Connect with us

GÜNDEM

Gecikmiş prim borçları için son ödeme tarihi 30 Eylül

Published

on

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı Sosyal Sigortalar Dairesi Müdürlüğü, birikmiş prim borcu bulunan tüm işveren ve bağımsız çalışanlar için borçlarının son ödeme tarihinin 30 Eylül Cuma olduğunu duyurdu.

Bakanlıktan yapılan açıklamaya göre, 24 Mayıs tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak, yürürlüğe giren 25/2022 ve 28/2022 sayılı yasa gücünde kararnameler ile Sosyal Sigortalar Dairesi’ne borcu bulunan işveren ve bağımsız çalışanların borçlarını, gecikmiş prim borçları ve gecikme zamlarının ödeme planı ile ilgili kurallara ilişkin 6/2020 sayılı Sosyal Güvenlik (Değişiklik) ve 8/2020 sayılı Kıbrıs Türk Sosyal Sigortalar (Değişiklik) Yasaları çerçevesinde ödeyebilmeleri için ödeme süresi 30 Eylül tarihinde sona erecek.

Sosyal Sigortalar Dairesi Müdürlüğü’ne yasal süre içinde başvuran ve müracaatları onaylanan sigortalıların birikmiş prim borçları ve gecikme zamlarını tek seferde veya taksitli ödemeyi tercih etmeleri halinde ön peşinatını 30 Eylül tarihine kadar ödemeleri gerektiği kaydedildi.

Advertisement

GÜNDEM

EQUITY CAPITAL ECONOMY

Published

on

 

The financial system in force today is the result of a policy of transformation initiated in the 1980s to prepare for entry into economic and monetary union. At that time, the financial system was mainly based on the activities of banks and, more generally, on credit.

 

The high growth rates and the sustained investment speed they imply exceeded the equity held by firms, creating a strong demand for financing from companies. Financial markets only partially met the demand for the most important ones.

 

Therefore, it was the banks that met the financing demands of the companies by providing their own liquidity by constantly resorting to refinancing.

This system, called the debt economy in his works, should not be confused with the debt economy system, which is a debt economy in which the debt economy does not necessarily exist. Debt and continuous refinancing are key features of the central bank and banks’ debt economy.

This growth-prognostic financing system has been largely manipulated both by the way interest rates are transmitted and by the existence of specialized cycles marked by certain interest rates.

 

Banks’ demand for refinancing, like corporations’ demand for financing, was highly insensitive to the interest rate, and thus the instrument of monetary regulation was quantitative.

 

The increase in credit volume was controlled by the practice known as credit control. For example, it has been made more flexible with certain policies to support exports or housing finance.

 

The aim of the reform, based on the work of the General Planning Commission, was to establish a decentralized capital market large enough to allow it to cope with international capital movements.

 

From this, companies would derive the possibility of accessing a wider capital market where the interest rate would be a real price. It will be easier for companies to create equity capital and access long-term resources.

 

The financial burden on businesses was not a major concern. Because inflation has significantly lowered interest rates. So much so that the real interest rate was sometimes negative. It was rather a matter of adapting the economy, and especially the capital markets, to the opening of economies.

 

As with any economic policy action, this change has led to adaptations. Banks and other financial intermediaries multiplied financial innovations.

Companies have had to contend with both the change in their financing structure and its price, especially since the de facto disappearance of inflation has left them facing high interest rates.

 

Investment has not benefited from the modernization and diversification of the financial system as much as reform supporters had hoped. However, the financial management of companies has been radically changed and has become a source of profitability.

The transformations took place in a deeply altered environment regarding the determination of the basic variables of the economy, namely interest rates. Here we will try to present the elements of the special situation of the economy.

 

There is a transformation of the financial system organized by public authorities in response to the constraints of the economic environment. According to the generally accepted classification, it has resulted in the transition to a financial system that falls within the scope of financial market economy.

 

The place that capital markets occupy today in financing companies is the result of an evolution desired and organized by public authorities.

 

Equity Capital Economy

 

The foreseeable transformation that took place in the economic environment with the establishment of the single market made it necessary to question the organization of finance. The economy has closed in the sense that it operates with tight exchange controls when exporting.

 

This had a dual aspect:

 

  • It made it possible to control the movement of capital and thus limit the still active speculation against the franc.
  • It also restricted the contribution of foreign capital to stock markets.

 

The purpose of the reforms implemented by successive governments, the reform of the finance of the economy, is clearly defined. The aim was to achieve a unified capital market that spanned from day to day and over very long periods of time.

This approach has been accompanied by a sustained process of financial innovation, which the Government sets an example with its borrowing techniques.

The expected benefits were on two levels:

 

  • Increasing prices in the capital market,
  • Increasing financing resources for companies, especially with the contribution of foreign capital.

 

The ultimate goal was to establish a capital economy, that is, an economy in which companies no longer depend on bank debt, but in which savers invest with the contribution of capital.

This capital contribution does not increase the company’s debt and the market decides the validity of the investment.

 

An active financial market assumes that operations can be carried out at any time and that all financial operators have access to each market segment, implying money market reform.

 

In short, the development of markets relies on a rapid process of financial innovation, in which the state becomes more active as economic constraints increase.

Dr.Yaşam Ayavefe

Continue Reading

GÜNDEM

Son beş ayın hayat pahalılığı yüzde 40.84

Published

on

Son beş ayın hayat pahalılığı yüzde 40.84 olarak şekillenirken, Ocak ayı hayat pahalılığının ise Bakan Berova’nın yüzde 48.5 diye ortaya attığı rakama yaklaşacağı tahmin ediliyor.

Yapılan çalışma ile son beş ayın hayat pahalılığı yüzde 40.84 olarak hesaplanırken, yıl sonu bu rakamın yüzde 47 bandında olabileceği konuşuluyor.

Hayat pahalılığı tartışmaları ile hem kamu hem de özel sektör hareketlendi.

Geçtiğimiz hafta toplanan Asgari Ücret Saptama Komisyonu toplantısında işveren tarafının 22 bin TL önerisi ise bu rakamların oldukça gerisinde kalırken, sendikalar en azından hayat pahalılığının özel sektördeki maaşlara da yansıtılması yönünde görüş belirtiyor.

Öte yandan hayat pahalılığının maaşlara yansıtılmasının bir maaş artışı olmadığını her defasında hatırlatan sendikalar asgari ücretin açlık sınırının altında kalmaması gerektiğini düşünüyor.

Continue Reading

GÜNDEM

Erdoğan: Adada kapsamlı çözüme kadar rezervlerin ortak işletimi ve gelir paylaşımını destekliyoruz

Published

on

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Ada’da kapsamlı çözüme kadar rezervlerin ortak işletimi ve gelir paylaşımını önerdi ve biz de bu öneriyi destekliyoruz.

Bölgede başka ülkeler de bu yönde ilerlerken, Ada’daki iki taraf neden iş birliği yapamasın? Ege’de de iş birliği yapabileceğimiz pek çok konu var. Her şey halklarımızın ve sonraki nesillerimizin huzur ve refahı için” dedi.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yunanistan’da yayımlanan Kathimerini gazetesine verdiği röportajda, 7 Aralık’ta Atina’ya yapması planlanan ziyaret öncesinde Türk-Yunan ilişkilerine dair soruları yanıtladı.

Sözlerine Türkiye ve Yunanistan’ın iki komşu ülke olduğunu vurgulayarak başlayan Erdoğan, önceki günlerde “Türk-Yunan ilişkilerinde yeni sayfa” ve “kazan kazan formülüne” dair yaptığı açıklamalara ilişkin şunları söyledi:

“Aynı coğrafyayı, aynı denizi paylaşıyoruz. Aynı havayı soluyoruz. Geçmişimiz itibarıyla iç içeyiz. Aramızda henüz çözüme kavuşturamadığımız pek çok mesele bulunuyor, iki ülke olarak bunun farkındayız. Ancak bu sorunların gerginliğe vesile olmasına, hükümetlerimiz ve halklarımız arasında anlaşmazlıklara yol açmasına izin verip vermemek bizim elimizdedir. İşte ben bu manada ilişkilerimizde ‘yeni bir sayfadan’, ‘kazan-kazan’ ilkesinden bahsettim. ‘Kazan-kazan’ anlayışı zaten Türkiye’nin uluslararası ilişkilere, diplomasiye yaklaşımının temelinde yatıyor.”

Erdoğan, uyuşmazlıkların diyalog yoluyla ele alınması ve ortak paydada buluşulması halinde herkesin kazançlı çıkacağını vurgulayarak,Türkiye ile Yunanistan’ın son dönemde ilişkilerini bu anlayış çerçevesinde şekillendirme yönünde gayet iyi bir ivme yakaladığını kaydetti.

Uzun süredir işlemeyen ikili mekanizmaların yeniden canlandırıldığına işaret eden Erdoğan, “Diyalog kanallarımız her seviyede açık ve işliyor. Karşılıklı ziyaret trafiğimiz yoğun. Ülkelerimiz ve bölgemiz açısından önemli pek çok alanda işbirliğimizi karşılıklı güven temelinde geliştirme irademiz mevcut. Şimdi ise her iki tarafın üzerine düşen, bu anlayışı pekiştirmek, kurumsal hale getirmek ve ilerletmektir. Sayın (Yunanistan Başbakanı Kiryakos) Miçotakis’in de aynı iradeye sahip olduğunu düşünüyorum.” diye konuştu.

Erdoğan, bu ortak niyetin, 7 Aralık’ta Atina’da imzalanması planlanan dostane ilişkiler ve iyi komşuluk konulu bildirge sayesinde tüm açıklığıyla kayda geçeceğini ifade etti.

“TÜM ÜLKELER GİBİ BİZİM DE DÜŞMANA DEĞİL, DOSTA İHTİYACIMIZ VAR”

Türkiye’nin komşu Yunanistan’ı hiçbir zaman düşman, hasım olarak görmediğini vurgulayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Tüm ülkeler gibi bizim de düşmana değil, dosta ihtiyacımız var. Sık sık söylüyorum, başta Yunanistan olmak üzere komşularımızla aşılamayacak hiçbir sorunumuz olmadığı inancındayız. Bence son dönemde değişen, Yunanistan tarafının bize yönelik bakış açısını gözden geçirmiş olması, uzatılan dostluk elini asla geri çevirmeyen bir millet olduğumuzu anlamaya başlamasıdır. Halkımızın güvenliğine, toprak bütünlüğümüze, milli çıkarlarımıza göz dikenlere nasıl her zaman tereddüt etmeksizin gerekli tepkiyi veriyorsak, işbirliği ve dostluğun ilerletilmesine de her zaman açığız.” ifadelerini kullandı.

Erdoğan, Miçotakis’in bunu anladığını ve Türkiye’nin Yunanistan ile arasındaki sorunların aşılması ve ilişkilerin ileriye götürülmesini samimi şekilde arzu ettiğini görebildiğine inandığını kaydetti.

Miçotakis’te de Türkiye’dekine benzer bir yaklaşım gözlemlemekten memnun olduğunu kaydeden Erdoğan, “Sayın Miçotakis’e ne söyleyeceğimi sordunuz. Kendisine şunu söyleyeceğim: Kiryakos, dostum, siz bizi tehdit etmedikçe biz de sizi tehdit etmiyoruz. Gel iki ülke arasındaki güveni sağlamlaştıralım. Ekonomi, ticaret, ulaştırma, enerji, sağlık, teknoloji, eğitim, gençlik, her alanda ikili işbirliğini artıralım. Ülkelerimizdeki tarihi ve kültürel varlıklara karşılıklı olarak gerekli itina ve ihtimamı gösterelim. Ege meseleleri olsun, düzensiz göçle ortak mücadele olsun, Yunanistan’daki Türk azınlığın devam eden sorunları olsun, karşılıklı iyi niyet temelinde diyalog yoluyla çözemeyeceğimiz bir problem yoktur.” dedi.

Erdoğan, bu yıl iki ülkede yapılan seçimlerde her iki hükümete de güçlü bir halk desteği verildiğine işaret ederek, “Bu destekle hem biz hem de Sayın Miçotakis güçlü ve yapıcı adımlar atabilecek konumdayız.” diye konuştu.

“SORUNLAR DİYALOG VE İYİ NİYET ÇERÇEVESİNDE ÇÖZÜLEBİLİR”

Diyalog ve iyi niyet çerçevesinde sorunların çözüleceğine inandığını kaydeden Erdoğan, sözlerine şöyle devam etti:

“Tabii bu arada kıta sahanlığının yanında pek çok sorunumuz var. Bunları paket halinde bir bütün olarak ele almalıyız. Meselelere seçici yaklaşıp bazılarını konuşup bazılarını konuşmamak doğru bir yaklaşım değil. Çünkü hepsi birbirleriyle bağlantılı. Uluslararası yargıya gittiğimizde geride hiçbir sorun bırakmamalıyız. Ama her şeyden önce tüm sorunlarımızı cesur bir şekilde konuşmalı, kamuoylarımızı doğru bir şekilde yönlendirmeliyiz.

Burada sorun çözme irademiz son derece belirleyici olacaktır. Bizim bu irademiz güçlüdür. Çevremizde yaşanan anlaşmazlıkların çözülmesi için gösterdiğimiz gayrete ve mesafe alma kabiliyetimize baktığınızda Türkiye’nin meseleleri barışçıl yollarla ortadan kaldırma anlayışını ve potansiyelini görebilirsiniz.”

Erdoğan, Türkiye’nin samimiyeti ve çağrısının açık olduğunu belirterek, Yunanistan’ın da dış müdahalelere kapalı benzer bir yaklaşım ortaya koyması halinde her iki ülke için de huzurlu bir gelecek inşa etme yolunda, iyi bir başlangıç yapılabileceğine inandığını kaydetti.

“YUNANİSTAN TÜRKİYE’NİN HASMI DEĞİL, İÇİNDE BULUNDUĞU İTTİFAKIN KIYMETLİ BİR ÜYESİ”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Yunan basınına birçok kez yansıyan “bir gece ansızın gelebiliriz” şeklindeki sözlerine ilişkin soruyu ise şöyle yanıtladı:

“Ancak bizi tehdit edenler bizden çekinmelidir. Ülkemizin güvenliğini tehdit eden terör unsurlarına karşı ‘bir gece ansızın geliriz’ dedik ve gereğini yaptık. Terör yuvalarını başlarına yıktık ve yıkacağız. Toprak bütünlüğümüze, birliğimize ve beraberliğimize el uzatanların bizden göreceği karşılık her zaman bu olmuştur ve bundan sonra da bu değişmeyecektir. Vatanımızı savunmak, milletimizin huzurunu korumak en doğal hakkımızdır ve tüm terör odaklarına karşı da bu hakkımızı sonuna kadar kullanmaya devam edeceğimizden kimsenin şüphesi olmamalıdır.”

Erdoğan, Yunanistan’ın Türkiye’nin hasmı değil, içinde bulunduğu ittifakın (NATO) kıymetli bir üyesi olduğuna dikkati çekerek, “Ayrıca komşuyuz, komşu olarak kalacağız, birbirimizin haklarına ve hayati çıkarlarına karşılıklı olarak saygı göstermeliyiz. Bizim dostluk elimizi uzattığımızda ne kadar kucaklayıcı olduğumuzu yüzyıllarca birlikte yaşadığımız Yunan halkı iyi bilir. Bizim kültürümüzdeki hoşgörüyü ve samimiyeti çok yakından tanırlar. Karşılıklı anlayış temelinde ilişkilerimizi ilerletmek ve bu coğrafyada barış içinde yaşamak istiyoruz. Bunu ifade ettiğimizde laf olsun diye söylemediğimizi de defalarca ispat etmiş bir ülkeyiz. Batı medyası bu sözlerimi çarpıtma gayreti içindedir.” dedi.

ENERJİ ALANINDA İŞBİRLİĞİ

Ege ve Doğu Akdeniz’de enerji rezervlerinin olup olmamasının kendisinin kişisel kanaatinden öte bilimsel araştırmalar sonucunda tespit edilebilen bir husus olduğuna işaret eden Erdoğan, bu konuda umut verici çalışmalar yapıldığını kaydetti.

Erdoğan, Akdeniz ve Ege’nin doğal kaynaklar açısından zengin bir havza olduğuna işaret ederek mevcut uluslararası konjonktürde enerji güvenliğinin sağlanmasının ve muhafazasının stratejik açıdan elzem bir konu haline geldiğini ifade etti.

Bu manada özellikle Akdeniz’de işbirliği potansiyeli ve imkanları olduğunu belirten Erdoğan, böyle bir işbirliği potansiyelinin değerlendirilmesinin hem bölge ülkelerinin enerji güvenliğine hem de siyasi meselelerin çözümüne katkıda bulunabileceğini kaydetti

Buradaki potansiyelin siyasi açıdan suiistimal edilmeye çalışılmasının bu kaynakların kullanılamaması riskini de beraberinde getireceğini belirten Erdoğan, şöyle konuştu:

“Biz enerjinin tüm ülkeler ve toplumlar arasında işbirliği ve ortak kazanım unsuru olduğunu düşünüyoruz, uyuşmazlıkları diyalog yoluyla çözmek istiyoruz. İşbirliğini tercih ediyoruz ve buna hazırız. Bu nedenle daha önce iki defa kapsayıcı nitelikte Doğu Akdeniz’deki fırsatlar için konferans düzenlenmesini önermiştim. Maalesef, başta AB buna sessiz kaldı. Sessiz kalmak sorunları çözmüyor. Keza, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Ada’da kapsamlı çözüme kadar rezervlerin ortak işletimi ve gelir paylaşımını önerdi ve biz de bu öneriyi destekliyoruz. Bölgede başka ülkeler de bu yönde ilerlerken, Ada’daki iki taraf neden işbirliği yapamasın? Ege’de de işbirliği yapabileceğimiz pek çok konu var. Her şey halklarımızın ve sonraki nesillerimizin huzur ve refahı için.”

“AYASOFYA CAMİİ BARIŞ VE HOŞGÖRÜNÜN SEMBOLÜ OLARAK TÜM DİN VE İNANÇTAN ZİYARETÇİLERE AÇIK OLMAYA DEVAM EDECEKTİR”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, farklı kültürleri hoşgörü ile sahiplenme temeli üzerine kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin hem vakıf müesseselerini hem de bunların hak ve hukukunu geleceğe taşıyan bir sistemi etkin şekilde sürdürdüğünü belirterek, Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi’ne ait vakıf statüsünün bugün de korunmakta ve geçerli olduğuna işaret etti.

Ayasofya Camii’nin Fatih Sultan Mehmet Vakfının mülkiyetinde bulunan, ilgili Danıştay kararıyla esasen vakfedilme amacına uygun olarak kullanıldığının altını çizen Erdoğan, Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi’nin maddi ve manevi yönlerden yapısal bütünlüğünün bozulamayacağının, ikonografik ve her türlü plastik sanat unsurlarının eksiltilemeyeceği ve korunacağının, her vakıf kurumu gibi dokunulmazlık imtiyazına sahip Ayasofya Vakfının hukuki belgesi olan Vakıf Senedinde güvence altına alındığını da vurguladı.

Erdoğan, “Bu mümtaz mabedi insanlık tarihinin nadiren göreceği bir titizlik ve saygıyla koruyor, tüm insanlığın bu muhteşem anıttan maddi ve manevi şekilde yararlanmasına olanak sağlıyoruz. Son 570 yıllık uygulama ve koruma çabaları da devletimizin konuya tarihin her katmanında ne kadar titizlik ile yaklaştığının tescilidir. Şimdi ise Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi’nde Mimar Sinan döneminde yapılan koruma çalışmalarından sonra bütüncül olarak en büyük çalışmayı başlattık. Ayasofya Camii barış ve hoşgörünün sembolü olarak tüm din ve inançtan ziyaretçilere açık olmaya devam edecektir.” dedi.

HEYBELİADA RUHBAN OKULU

Anayasa Mahkemesinin 1971’de aldığı bir kararla ülke genelindeki tüm özel yüksekokulların devletleştirilmiş olduğunu kaydeden Erdoğan, bu kararın sadece Heybeliada Ruhban Okulunu değil, Türkiye’deki tüm özel yükseköğretim kurumlarını kapsadığını vurguladı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ruhban Okulunun devredilebileceği bir resmi yükseköğretim kuruluşunun bulunmaması nedeniyle hukuki temelini yitirdiğini ve faaliyetlerin durduğunu belirterek, “Esasen günümüzde Heybeliada Ruhban Okulunun yeniden açılabilmesi ancak kapsamlı mevzuat değişiklikleri sonucunda mümkün olabilir. Öte yandan, Fener Rum Patrikhanesi de, Ruhban Okulunun YÖK mevzuatına tabi olarak bir devlet üniversitesi bünyesinde öğrenime yeniden başlamasına olumlu yaklaşmamıştır.” ifadelerini kullandı.

“DÜZENSİZ GÖÇ ORTAK BİR SINAMADIR VE ORTAK ÇABALAR GEREKTİRMEKTEDİR”

Gerek yaşanan siyasi istikrarsızlıklar, gerek farklı kaygılar nedeniyle dünya genelinde göç hareketlerinde ciddi artış gözlemlendiğine dikkati çeken Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Maalesef, insanların bu arayışlarından çıkar sağlayarak, ciddi gelirler elde eden suç yapıları da hızla artıyor. Bu durum, her zaman söylemiş olduğumuz üzere, devletlerin tek başına üstesinden gelebilecekleri bir mesele değil. Neticede düzensiz göç ortak bir sınamadır ve ortak çabalar gerektirmektedir. Tabiatıyla ülke olarak düzensiz göçle mücadelemize yoğun çabalarımızla devam ediyoruz.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu konuda Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye’ye destek olmasının önem arz ettiğini belirterek, sonuç itibarıyla, eşit yük ve sorumluluk paylaşımını öngören, daha kaynakta iken göçü engellemeye yönelik ortak adımlar atılmasının şart olduğunu kaydetti.

Bunu sadece Türkiye ve Yunanistan arasındaki işbirliği ya da Ege’deki göç hareketlilikleriyle sınırlandırmamak gerektiğini belirten Erdoğan, tüm uluslararası toplumun dahline ihtiyaç duyulan son derece geniş çaplı bir mücadelenin gerekli olduğunu vurguladı.

Erdoğan, “Biz bu konuda samimi şekilde işbirliğine her zaman açık olduk, olmaya da devam ediyoruz. Kaldı ki göç meselesi savaşlar sona erse bile dünya gündeminden kalkmayacak bir sorun alanı. Küresel iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarından birinin de iklim göçleri olduğu ve gelecekte bunun artacağı öngörüleri mevcut. Dolayısıyla bu soruna kalıcı çözümler, işleyen mekanizmalar üretmek zorundayız. Bütüncül bir yaklaşımla bu konuda kafa yormalı ve sorun çözücü formülleri konuşabilmeliyiz.” dedi.

“BİZ, ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE DAİMA HAKKANİYETİN, ADALETİN VE VİCDANIN SESİ OLAGELDİK”

Türkiye’nin NATO’ya Yunanistan’la birlikte, 71 yıl önce girdiğini hatırlatan Erdoğan, Batılı veya Avrupalı olmanın kriterinin Avrupa Birliği mensubiyeti olmadığını ifade etti.

Erdoğan, Türkiye’nin AB’yle de, 1963 yılına dayanan ilişkileri çerçevesinde, aynı Gümrük Birliği içinde bulunan, adaylık statüsünü taşıyan bir ülke olduğuna işaret ederek, bu doğrultuda Türkiye’nin, demokratik yapısıyla ve savunduğu değerlerle, AB ve NATO üyesi ülkelerle ortak paydasının son derece geniş olduğunu belirtti.

Türkiye’nin BM ve Avrupa Konseyi başta olmak üzere Batılı olarak adlandırılan birçok uluslararası teşkilatın da kurucu üyesi olduğunu dile getiren Erdoğan, “Biz, uluslararası ilişkilerde daima hakkaniyetin, adaletin ve vicdanın sesi olageldik. Uluslararası gelişmelerde rehber edindiğimiz bu anlayış doğrultusunda, tarihin doğru tarafında yer almak başlıca hedefimizdir.” diye konuştu.

“BİZ GAZZE’DEKİ SOYKIRIMA KARŞI ÇIKARAK BATI TOPLUMUNUN TEMEL DEĞERLERİNİ DE SAVUNUYORUZ”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin Filistin halkının uğradığı haksızlıklar ve insanlık dışı muamele karşısında ortaya koyduğu tepki ve uluslararası hukuku, uluslararası insancıl hukuku ve insan hakları hukukunu açıkça ihlal eden eylemleri nedeniyle İsrail’i eleştirmekten kaçınmamasının, bu hedefin tabii bir gereği olduğunu ifade etti.

Bugün pek çok Batılı ülkenin de giderek benzer tutumlar ortaya koymaya başladığına dikkati çeken Erdoğan, Türkiye’nin Filistin bağlamında, bu şekilde ahlaki bir sorumluluğu yerine getirmesinin, “Batıya ait bulunup bulunmamakla” sorgulanmasının söz konusu olamayacağını kaydetti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin yönelim ve aidiyetinin tartışılmasından ziyade, asıl sorgulanması gerekenin bazı Batılı ülkelerin, kuvvetle savundukları değerleri bazen hiçe sayabilmesi olduğunu belirterek şunları kaydetti:

“Gazze’de yaşanan vahşete sessiz kalınması bunun en canlı örneğidir. Aslında biz Gazze’deki soykırıma karşı çıkarak Batı toplumunun temel değerlerini de savunuyoruz. Gazze’de kundaktaki bebeklerden tutun her yaşta insanın temel hakları çiğneniyor. İnsan haklarının göz göre göre yok edilmesine sessiz kalınması, insanların mülkiyet haklarının hiçe sayılarak evlerine, topraklarına sistematik bir biçimde el konulması, Filistinlilerin geleceklerini tayin haklarının ellerinden alınması Batı medeniyetinin değerlerinin neresinde kalıyor? Hastanelerin bombalanması, okulların, mülteci kamplarının, pazar yerlerinin vurulması ve sivillerin öldürülmesi Batı değerlerine uygun mudur? Gazze’deki insanlara ‘güneye gidin’ deyip oraya yönelenlerin üzerlerine bomba yağdırılması Batı’nın benimsediği bir durum mudur? Şimdi soruyorum, tüm bunlara bile isteye sessiz kalan ülkeler mi yoksa Türkiye mi Batı’ya ait?”

Continue Reading
Advertisement

Facebook